Skip to content Skip to footer

“Yükümlülük çocuğun değil, yetişkinindir”

Avukat Seda Akço; 1989 yılında Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Avukatlık stajını İstanbul Barosu’nda yaptı. Yüksek lisans eğitimini İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Adli Tıp Enstitüsü’nde tamamladı. Çocuk hakları ve insan hakları alanında yayınları bulunmaktadır. 2010 yılında Bürge Akbulut ile birlikte Hümanist Büro’yu kurdu.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya’nın 4 Şubat tarihinde katıldığı programda cinsel istismarın önlenmesine yönelik çocuklara ‘mahremiyet eğitimi’ verileceğini söylemesi basında ve çocuklarla çalışan uzmanlar arasında tepkiler uyandırdı. Biz de Cinsel Şiddetle Mücadele Derneği olarak, çocuk hakları alanındaki çalışmalarını ilgiyle takip ettiğimiz; görüşlerine ve yorumlarına güvendiğimiz Avukat Seda Akço ile kafa açıcı bir röportaj gerçekleştirdik. Kendisine bize ayırdığı zaman ve bilgilendirici cevapları için teşekkür ediyoruz.

Çocuk istemediği bir durumla karşılaştığını anlattığında “söyle bakalım, sen ne yaptın da başına bunlar geldi?” diye soruluyorsa ya da “o kıyafetle dışarı çıkarsan başına her şey gelebilir” deniyorsa çocuğa kendi bedenini korumayı dersle öğretemezsiniz.

  • Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya, katıldığı bir programda çocuk istismarını engellemek için çocuklara ‘mahremiyet eğitimi’ verilmesini planladıklarını söyledi. Kaya’nın yapmış olduğu bu açıklama hakkında ne düşünüyorsunuz? Çocuğa “hayır” demeyi öğretmek, çocuk istismarı ile mücadele stratejisi olabilir mi?

Çocuklara kendilerini nelerden ve nasıl koruyabileceklerini öğretmek elbette gerekir. Bu kapsamda; çocuğa bedenini, bedenin ihtiyaçlarını, bedeni üzerinde sahip olduğu hakları öğretmek ve istemediği bir davranışla karşılaştığında “hayır” diyebileceğini, zorda kalırsa bağırabileceğini, bu tür durumlarda hemen güvendiği bir yetişkine durumu anlatması gerektiğini öğretmek önemlidir.

Ancak bunun bir çocuk istismarı ile mücadele stratejisi olarak sunulmasına itirazım var. Bir de, bu öğretme işinin nasıl yapılması düşünülüyor, onu merak ediyorum. Önce bu merakımı açıklayayım, sonra itirazımı.

Merak ediyorum çünkü, bir çocuğa sadece istismara “hayır” demesi öğretilemez diye düşünüyorum. Çocuğa, her konuda görüşlerini serbestçe ifade edebileceği bir ortam yaratmadan, sadece istenmeyen dokunuşlara “hayır” demeye dair verilecek eğitim, çocukların kaygı düzeylerini yükseltebilir. Çocukların “hayır” diyememesi onların doğalarından getirdikleri bir durum değildir. Çocuklar öyle eğitiliyorlar ki “hayır” diyemez hale geliyorlar. Çocuğa doğduğu andan itibaren doğru davranılırsa ne zaman “hayır” diyeceğini bilir.

Örneğin, çocuk istemediği bir durumla karşılaştığını anlattığında “söyle bakalım, sen ne yaptın da başına bunlar geldi?” diye soruluyorsa ya da “o kıyafetle dışarı çıkarsan başına her şey gelebilir” deniyorsa çocuğa kendi bedenini korumayı dersle öğretemezsiniz.

Çocuğun, yaşadığı ortamda genel olarak söz hakkı yoksa, “hayır” dediğinde ne olacak? Önemli olan, bu sorunun cevabıdır.

Bu eğitimler verilmesin demiyorum; sadece bunun eğitimle olmayacağı bilinmeli ve bütün umutlar bu yönteme bağlanmamalı diyorum.

Yetişkinden çocuğa yönelen cinsel içerikli her türlü eylem çocuğun cinsel istismarıdır. Yükümlülük, çocuğun değil, yetişkinindir. Elbette, çocuğun kendini korumak hakkı vardır ve “hayır” diyerek bunu kullanabilir. Ama “hayır” dememiş olması, eylemin istismar olma özelliğini değiştirmez.

Gelelim itirazıma;

“Çocuk ‘hayır’ diyebilmeli ve yetişkinler de bu ‘hayır’ı duyduklarında durmalı.” Nasıl geliyor bu önerme kulağınıza? Bu önerme yanlıştır. Yetişkinler, çocuk “evet” dese de, hatta talep etse de durmalıdır. Yetişkinden çocuğa yönelen cinsel içerikli her türlü eylem çocuğun cinsel istismarıdır. Yükümlülük, çocuğun değil, yetişkinindir. Elbette, çocuğun kendini korumak hakkı vardır ve “hayır” diyerek bunu kullanabilir. Ama “hayır” dememiş olması, eylemin istismar olma özelliğini değiştirmez.

Çocuğun rızasına bir hukuki değer atfedilmesin istiyorsak, bir strateji olarak çocuğa “hayır” demeyi öğretmeyi ileri sürme konusunu bir daha düşünmeliyiz. Yetişkinler arası eylemlerde temel kriter rızadır, dolayısıyla “evet/hayır” ayrımı çok önemlidir. Yetişkinden çocuğa yönelen bir eylem söz konusu ise durum değişir, çocuğun ne dediği önemli değildir.

Yeniden düşünmeliyiz derken şunu söylemeye çalışıyorum: Her çocuk istismarı olayından sonra “ne yapılmalı?” sorusuna “çocuklara hayır demeyi öğretmeliyiz” demek ile bir istismar davasında “çocuk bağırmamış” demek arasındaki ilişki üzerine düşünmeliyiz.

Tekrar vurgulamak istiyorum; çocuğa istemediği hiçbir şeyi kabul etmek zorunda olmadığını, bir başkası ondan istemediği bir şeyi yapmasını istediğinde “hayır” diyebileceğini öğretmek biz yetişkinlerin sorumluluğudur. Ancak bu dersle olmaz. Aile içi ilişkilerin, eğitim ortamlarının tümüyle buna göre düzenlenmesini sağlamamız gerekir. Aynı zamanda çocuğa “hayır”ları dinlenmez ise neler yapabileceğini de anlatmamız, göstermemiz gerekir. Başvurabileceği, yardım isteyebileceği kişiler, kurumlar olmalı. Böyle bakıldığında, çocuklara kendilerini koruma becerisi kazandırmak, çocukları istismardan koruma stratejilerinden biri olabilir.

Özetle, önleme stratejilerinden biri olarak ifade edebileceğimiz şey “hayır demeyi öğretmek” değil, içinde bunu da barındıran “çocuğa kendini koruma becerisi kazandırmak ve olanağını sunmak”tır.

Benim önerim; her istismar sonrasında dile getirilen “cezalar arttırılsın” ve “çocuklara hayır demeyi öğretelim” önerilerinin dile getirilmesini bir süreliğine tabu ilan etmek. “Bunları söylemeyin” demek gerekiyor. Bunların söylenmesini engellersek yapılması gerekenleri çoğaltabiliriz. Çünkü çocuk istismarını önlemenin tek bir yolu yok.

  • İstismarla mücadele konusunda devletin yasal ve sosyal olarak yapması gerekenler nelerdir? Halihazırda “hayır” diyebilmiş ve Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı tarafından koruma altına alınan çocuklara hakları temelinde doğru hizmetler veriliyor mu? Bir çocuk hakları savunucusu ve avukatı olarak sizin çözüm önerileriniz neler?

Çocuk Haklarına Dair Sözleşme’nin 19. maddesi çocuğu istismardan koruma konusunda devlete şu yükümlülükleri veriyor: önleme, tespit etme, müdahale etme, iyileştirme ve zararı giderme, sosyal destek sağlama ve failleri cezalandırma. Görüldüğü gibi; istismar meydana gelmeden önlemekten, olduktan sonra yapılacaklara kadar birçok sorumluluk var.

Bütün bunları içermeyen bir mücadelenin başarılı olmasına imkan yoktur.

Madem mahremiyet eğitimi ve çocuğa “hayır” demenin öğretilmesi ile başladık, “hayır diyebilen çocuğa ne hizmet veriliyor?” sorunuz ile devam edelim. Nereye başvurabilir bir çocuk? Başvuru yerlerinden biri, ALO 183 telefon hattı. Hattın diğer ucunda bu konuda uzman bir kişi bulunmuyor. Bu hat, müracaatı aldıktan sonra çocuğun bulunduğu yerdeki il müdürlüğüne durumu e-mail ile iletiyor. İl müdürlüğündeki yetkili ise bir sosyal çalışmacıyı görevlendiriyor ve bu kişi çocuğun bulunduğu yere incelemeye gidiyor. Bütün bu işlerin ne kadar süre içerisinde gerçekleşeceği; olayın özelliğine, il müdürlüğü çalışanının kapasitesine ve iş yüküne bağlı. Diyelim ki, bu prosedür eksiksiz işliyor. Etkili olup olmadığı sorusunun cevabı istatistiklerde saklı. 2014 yılında, çocuğa yönelik cinsel istismar suçlarından 18 bin dava açılmış. Ne kadar çocuk başvurmuş diye bakmak gerekir.

“Çocuklar neden başvurmuyor, başvurmaları için ne yapmak gerekir?” diye araştırmıyorsanız çocuk istismarı ile mücadele ettiğinizi söyleyemezsiniz.

Benim önerim; her istismar sonrasında dile getirilen “cezalar arttırılsın” ve “çocuklara hayır demeyi öğretelim” önerilerinin dile getirilmesini bir süreliğine tabu ilan etmek. “Bunları söylemeyin” demek gerekiyor. Bunların söylenmesini engellersek yapılması gerekenleri çoğaltabiliriz. Çünkü çocuk istismarını önlemenin tek bir yolu yok.

Öncelikle; çok ayrıntılı veri toplayan ve bu verileri ayrıntılı biçimde analiz eden bir sistem kurmalıyız. Sebepleri ve süreci tam anlamadan çözüm bulamayız. Hem “neden bu olaylar oluyor?” sorusuna yanıt aramalıyız, hem de “sistemimiz mücadele etmek için etkili mi?” sorusunu hiç durmadan sormalıyız.

Şimdiye kadar yapılan araştırmaların ortaaya koyduğu bazı ihtiyaçlar var, onları da hemen karşılamak gerekir.

Bunlardan ilki; bizim sistemimizin istismar olduktan sonra harekete geçiyor olmasıdır. Sistemin odağını değiştirmemiz gerekir; istismar olmadan önlemeye odaklanmalıyız. Çocuğun korunma hakkını gerçekten korumak istiyorsak, riski fark edip önleyebilen bir sistem kurmamız gerekir. Üstelik bu daha az maliyetli bir iştir. Örneğin; aile hekimleri çocukları 2 yaşına kadar takip ediyor, bunu ilk öğretim yaşına kadar yükseltmek ve aile hekimlerinin Çocuğun Psikososyal Gelişimini Destekleme Programı’nı (ÇPGD) uygulamalarını sağlarsak ilk 6 yılı güvence altına almış oluruz. Sonrasında da öğretmenleri riski fark etme becerisi ile donatmak gerekir ki, bunun hazırlıkları da yapılmıştı. Riski fark etme konusunda yeterli beceri ve araca sahip aile hekimleri ve öğretmenler ile işbirliği içinde olacağı belirlenmiş bir sosyal hizmet uzmanı ile ekibi tamamladığımızda erken uyarı modeli kurmuş oluruz. Hiç masrafsız değil elbette ama çok az bir ek gider ile büyük bir etki yaratmak mümkün olabilir.

Mesele cezanın az olması değil, dengesiz biçimde uygulanması. Bunun birçok sebebi var, ancak ben burada başlıklarına değinmek istiyorum. Soruşturma ve kovuşturmalar uzun sürüyor, yeterli delil toplanamıyor ve infaz aşamasında şartlı salıverme şartsız uygulanıyor. Dolayısıyla, kanunun öngördüğü cezaya ya hükmedilemiyor ya da tam olarak infaz edilemiyor. Bu kısmı sorgulamadan sadece nihai cezaya odaklanmış bir tartışma yürütmek bir işe yaramıyor.

Asıl sıkıntı, fark edilen risklerle mücadeleye elverişli hizmetlere erişimde yaşanmakta. bu Sistemin işlemesi için elzem olan bu hizmetlerin de planlanması gerekir. Çocuk ve yetişkinlere yönelik ruh sağlığı hizmetleri, aile eğitim programları, danışmanlık hizmetleri, aileye sosyal ve ekonomik destek, gündüz bakım desteği, temel gelir güvencesi gibi hizmetlerin yaygın biçimde sunulması önemli ve gereklidir.

Fark edildikten sonrası için de, acil yardım sunan yatılı kuruluşlar, ruh sağlığı hizmetleri gibi hizmetlerin yanında bu kez adli müdahalenin etkili ve hızlı olmasını sağlamak gerekir. İşte bu aşamaya geldiğimizde cezaların etkililiğini tartışmamız lazım. Etkili ceza yüksek ve ağır olan değildir. Elbette eylemin ağırlığı ve o ülkenin genel ceza politikası ile uyumlu bir ceza olmalıdır.

Mesele cezanın az olması değil, dengesiz biçimde uygulanması. Bunun birçok sebebi var, ancak ben burada başlıklarına değinmek istiyorum. Soruşturma ve kovuşturmalar uzun sürüyor, yeterli delil toplanamıyor ve infaz aşamasında şartlı salıverme şartsız uygulanıyor. Dolayısıyla, kanunun öngördüğü cezaya ya hükmedilemiyor ya da tam olarak infaz edilemiyor. Bu kısmı sorgulamadan sadece nihai cezaya odaklanmış bir tartışma yürütmek bir işe yaramıyor.

Bütün bunlar yüzünden, bence en önemlisi; bu konunun topluma anlatılması yoluyla toplumda koruma sisteminin ve adli mekanizmanın etkili biçimde işlemesine yönelik bir talep oluşturmaktır.

  • Türkiye’de çocuk istismarı oranları ile ilgili sağlıklı veriler var mı?  Yeterli ve kapsamlı verilere ulaşmanın yolları nelerdir? Bu konuda devletin ve sivil toplum örgütlerinin rolü nedir?

Elimizde sorunu anlamaya yetecek sağlıklı veri yok. Bu alandaki veriler sorunu anlama perspektifi ile toplanmıyor. Farklı kurumların topladıkları verilerden biz anlam çıkartmaya çalışıyoruz. Örneğin; adalet istatistiklerine göre, çocukların cinsel istismarı suçu dolayısıyla 2004 yılında 4032 dava, 2014 yılında ise 18 104 dava açılmış. “Aradaki farkın nedeni ne?” sorusuna ancak tahminlerimizle cevap verebiliriz. Oysa mücadele etmek istiyorsanız net olarak bilmeniz gerekir.

Aynı istatistiklerden bir örnek daha vereyim: 2014 yılında mahkumiyetle sonuçlanan dosya sayısı 13 968. “Bunun ne kadarı o yıl içinde açılan davalar, ne kadarı önceki yıllardan geliyor?” bu sorunun yanıtı yayınlanan verilerde yok. Bakanlıkta vardır ama yayınlanan verilerde yok. Ancak asıl soru şu: “Önceki yıllardan devredenler neden devretmiş, bu davalar neden uzuyor?” Bu soruları verilere dayalı olarak yanıtlyamıyoruz, yine ancak kişisel tahminlerle cevaplayabiliriz.

Devletin yapması gereken; bu sorunu anlamayı sağlayacak biçimde kapsamlı veri toplamak ve bu verileri sivil toplumun kullanımına açmaktır. Sivil toplumun, özellikle de akademinin görevi ise bu verilerini ayrıntılı biçimde analiz etmek, sorgulamak ve talep etmektir.

  • Sizce Türkiye’de cinsel istismar konusundaki yasalar yeterli mi? 

 “Yasalar yeterli mi?” sorusu genellikle “failleri yakalamak ve cezalandırmak için yeterli mi?” anlamında soruluyor. Bu soruya kabaca “evet” yanıtını vermem gerekir. Kabaca diyorum; çünkü soruşturma ve kovuşturma usullerine ilişkin düzenlemeler ve öngörülen cezalar yeterli. Biraz önce de söylediğim gibi, uygulamada sorunlarımız var. Deliller yeterince toplanmıyor, davalar uzun sürüyor. Ne kastettiğimi örnek vererek açıklamaya çalışayım. Özellikle cinsel istismar davaları, fiziksel bulgu yoksa delil bulması zor davalardır. Fiziksel bulgu olduğunda da her fiziksel bulgu faili işaret etmez. Eylemi kanıtlasa bile bu eylemin kimin tarafından yapıldığını göstermez. Bu durumda kullanılabilecek yollardan biri tanıkların çapraz sorgu ile dinlenmesidir. Kanunen bu mümkün, ancak uygulanmıyor. Bu da, ya cezasızlığa ya da yeterli kanıt olmadan cezalandırmaya neden oluyor. İkisi de etkili sonuç için elverişli bir yol değil.

Eğer “genel anlamda yasalar yeterli mi?”diye soruyorsanız, “kısmen” diye cevap vermem gerekir. Bu da biraz detaylı bir açıklama gerektirir. Ben kısaca yapmaya çalışacağım.

2010 yılında yapılan Anayasa değişikliği ile 41. maddeye eklenen “Devlet, her türlü istismara ve şiddete karşı çocukları koruyucu tedbirleri alır.” cümlesi, devletin sorumluluğunu kabul etmesi bakımından önemli bir düzenlemedir. 2011 yılında kabul edilen Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname’nin 2. maddesi ile bu sorumluluk Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’na ve onun içerisinde de Çocuk Hizmetleri Genel Müdürlüğü’ne verilmiştir.

Bu şu demektir; bu ülkede bir çocuk istismara maruz kalırsa “Aile ve Sosyal Politikilar Bakanlığı görevini gereği gibi yerine getirmiyor mu acaba?” diye sorulabilir. Bu soruyu sorabilmeniz ve sorduğunuzda aldığınız cevabı değerlendirebilmemiz için biraz daha fazla bilgiye ihtiyaç var. Örneğin; Milli Eğitim Bakanlığı’nın izin ve denetimine tabi bir yurtta istismar meydana geldiğinde, siz soruyu Aile ve Sosyal Politikalar Bakanına sorduğunuzda, o da “bu benim yetki alanımda değil” dediğinde ne diyeceksiniz? Kanunun verdiği bir genel yükümlülük var tamam ama ASPB bu yükümlülüğü bir başka Bakanlığın görev alanında nasıl icra edecek? Bunun tarif edilmesi gerekir. Kısacası; sorumluluk ve sorumlu belirlenmiş ancak bunun nasıl yerine getirileceği belirlenmemiş. Dolayısıyla da hesap verilebilirlikten söz edemiyoruz.

Benzer bir biçimde, tespit ve bildirim konusunda da hem Çocuk Koruma Kanunu’nda hem Sosyal Hizmetler Kanunu’nda hem de Ceza Kanunu’nda hükümler var. Ancak kim, hangi durumda, neyi, kime, nasıl bildirecek bu usul düzenlenmiş değil.

Müdahaleye gelindiğinde ise, Çocuk Koruma Kanunu birçok tedbir öngörmüş durumda ama bu tedbire hükmedilebilmesi için gereken sosyal inceleme konusunda uzmanlık, yeterlilik, uzmanı destekleyici hizmetler gibi alanlarda eksikler, hatta hatalı düzenlemeler var. Sosyal inceleme konusunda ehil olmayan birçok meslek elemanından inceleme yapması bekleniyor.

Kanunun tedbirleri düzenlemesi yetmiyor. Tedbirlerin uygulanacağı kuruluşlara, hizmetlere, uzmanlara ihtiyaç var. Bu ihtiyaçlar hala yaygın biçimde karşılanabilmiş değil.

En büyük tehlike, bir çocuğun başına gelen istismarı münferit vaka olarak görmek, fail ve mağdur ile sınırlı bir sorun olarak algılamaktır. Çocuk istismarı, fail ve mağdur dışında birçok toplumsal faktörün bir araya gelmesi ile ortaya çıkar. O nedenle, her olay bize açığımızı gösterir. Hatamızla, hatta hata bile olması gerekmiyor, istismara sebep olan özelliğimizle yüzleşmeden bu sorunla mücadele edemeyiz. Yüzleşme cesareti, çocuk istismarı ile mücadele kültürünün özünü oluşturmalıdır.

  • Dünya geneline baktığımızda, cinsel istismarla mücadele konusunda iyi uygulamaların olduğu ülkeler var mı?

Bütün ülkeleri bilmiyorum. Bildiğim herhangi bir ülkenin de bu konuda en iyi olduğunu söyleyemem. Her ülkenin güçlü yanları olduğunu, bunları inceleyerek sistemimizi gözden geçirmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Örneğin; İngiltere’nin benim için en önemli özelliği, beklenmedik bir istismar vakası ortaya çıktığında hemen sistemi sorgulamalarıdır. Bir kaç yıl arayla yaşanan Baby P ve Victoria vakaları ile anılan reformlar gerçekleştirdiler. Bu tutumun varlığı çocuklar için önemli bir güvencedir.

En büyük tehlike, bir çocuğun başına gelen istismarı münferit vaka olarak görmek, fail ve mağdur ile sınırlı bir sorun olarak algılamaktır. Çocuk istismarı, fail ve mağdur dışında birçok toplumsal faktörün bir araya gelmesi ile ortaya çıkar. O nedenle, her olay bize açığımızı gösterir. Hatamızla, hatta hata bile olması gerekmiyor, istismara sebep olan özelliğimizle yüzleşmeden bu sorunla mücadele edemeyiz. Yüzleşme cesareti, çocuk istismarı ile mücadele kültürünün özünü oluşturmalıdır.

Yine İngiltere’deki erken uyarı ve vaka yönetimi sistemleri bence etkileyici örnekler. Bütüncül bir inceleme araçları var. Her tür ihtimali kazuistik metodla belirleyen bir uygulama rehberi var. Örneğin, çocuk ilk kez okula gelmediğinde ne yapılacak? Ne zaman ve nasıl sosyal hizmetlere haber verilecek? Akla gelebilecek her ihtimalin yazılı olduğu bu rehber, konuyu uygulamacının insiyatifinden çıkarıp her çocuğun standart bir gözetimden yararlanmasını sağlıyor.

Almanya örneğinde ise sosyal hizmetler içerisinde adli makamlarla çalışan ayrı bir teşkilatın olması ve genel olarak da sosyal hizmet teşkilatının ebeveynler nezdindeki yeri dikkate değer. Çocuğa hizmet veren meslek elemanları, bir ihmal veya istismar riski gördüklerinde ebeveyni çağırıp görüşme yapma ve onu bir programa katılmaya davet etme yetkisine sahip. Ebeveyn işbirliğini kabul etmezse devreye Jugendamt’ın (Alman Gençlik Dairesi) gireceğini biliyor.

Tabi bunları mutlak koruyucu yöntemler diye değil, riskleri azaltan etmenler olarak görmek gerekir.

  • Cinsel istismarla mücadelede toplumun sorumlulukları nelerdir?  Cinsel istismar konusunda koruyucu/önleyici yaklaşım toplum geneline hangi mesajlarla yayılmalı? 

– İşin özünün çocuğa ve haklarına saygı olduğu,

– Cinsel istismarın önlenebilir olduğu,

– Önleyici ve koruyucu bir sistem kurmanın devletin sorumluluğu olduğu,

– Her yetişkinin fark etme, bildirme, takip etme, talep etme sorumluluğu olduğu,

– Önlemenin bir sistem işi olduğu; yani teker teker bireyleri ve çocukları bilgilendirmekle ya da failleri cezalandırmakla olmayacağı bilinmelidir.

Nüfusa kaydı yapılmayan çocuk, sağlık takibi yaptırılmayan bebek, okula gitmeyen çocuk risk altındadır. Dolayısıyla, ülkedeki bütün çocuklar için bu temel hizmetlerin %100 erişilir olması ilk hedef olmalıdır.

Çocukla karşılaşan, ona temas eden, çocukla çalışan her yetişkin çocuk ihmal ve istismarı konusunu, risk fark ettiği zaman ne yapması gerektiğini bilmelidir. Bu kişilerin başvurabileceği resmi bir kurum olmalı, bu kurumun da acilen ve çocuğun yararını önceleyerek devreye gireceğine toplum güveniyor olmalıdır. Bu tür vakaları değerlendirirken ve müdahale ederken, çocukla çalışan kurumlar arasında birlikte hareket etmeyi sağlayacak bir model olmalıdır.

Toplumun en önemli sorumluluklarından biri de, bir istismar olayı yaşandığında “neden oldu, eksik nerede?” diye sormak ve eksiğin giderilmesini talep etmektir.

Hangi mesajlar olmalı sorusu benim için zor bir soru. Şu fikirleri içermeli diyebilirim:

– Çocuğu istismar etme.

– Edildiğinden şüpheleniyorsan çocuğu korumaktan sorumlu kuruma bildir.

– Çocuklar için önleyici ve koruyucu bir sistem talep et.

– Her istismar vakasının sistemde bir eksikliğe işaret ettiğine dikkat et, ne olduğunu sorgula ve eksikliğin giderilmesini iste.

– Hatan ya da sebep olan özelliklerinle yüzleşme cesareti göster.

 

info@cinselsiddetlemucadele.org – +90 542 585 39 90